Toplum olarak her dönemde sınavını verdiğimiz ama tam anlamıyla çözemediğimiz iki kavram var: özgürlük ve hassasiyet. Her biri başlı başına kıymetli ve anlamlı. Ama yan yana geldiklerinde sınırları bulanıklaşıyor, dengesi hassaslaşıyor.
Bir yanda ifade özgürlüğünün kutsallığını savunuyoruz. Düşüncenin, eleştirinin, mizahın sınırsız olmasını; fikirlerin serbestçe dolaşabilmesini istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, toplumlar ancak farklı düşüncelerin yan yana var olabildiği zeminlerde gelişebilir.
Öte yanda ise, milyonların kalbinde yer etmiş değerler, inançlar ve kutsallar var. Bu değerler; insanları bir arada tutan, onları bir topluluk yapan, geçmişle gelecek arasında köprü kuran manevi direkler.
İşte tam bu noktada soru şudur: Bir bireyin özgürlüğü nerede biter ve bir başka bireyin hassasiyetine nerede saygı başlar?
Bu soru ne bugüne ait ne de sadece bize ait. Dünyanın her yerinde, her toplumda, her kültürde defalarca sorulmuş, tartışılmış ve çoğu zaman cevabı kolay bulunamamış bir konu. Kimi zaman mizah adı altında, kimi zaman sanat ya da ifade özgürlüğü başlığıyla, kimi zaman da toplumsal duyarlılık adına bu sınırlar yeniden çiziliyor. Ama her seferinde tartışma ekseninin merkezinde aslında insan var.
Belki de cevap, “yasal sınırlar” veya “sansür” kelimelerinde değil. Belki cevap, toplumsal empatiyi büyütmekte. Bazen yazarken, çizerken, söylerken bir an durup düşünmekte: “Bu gerçekten sadece eleştiri mi, yoksa bir başkasının inanç dünyasına dokunan bir acı mı?” Ve belki diğer yandan; duyduğumuz, gördüğümüz, okuduğumuz her şey karşısında da şunu sorgulamakta: “Bu düşünce bana uymuyor olabilir ama var olma hakkı yok mu?”
Kırmadan, dökmeden, incitmeden mizah yapmak mümkün mü? Elbette mümkün. Saygıdan ödün vermeden eleştirmek mümkün mü? Kesinlikle mümkün. Ama bunun yolu, birbirimizi daha çok anlamaktan, daha çok dinlemekten ve daha çok anlatmaktan geçiyor.